20 Aralık 2024 Cuma

BALKANLAR’DAKİ MÜSLÜMAN AZINLIK

Balkan Müslümanların Azınlık Konumuna Geçmeleri 1878 yılındaki Berlin Antlaşması, belli başlı her Ortodoks Hıristiyan topluluğun kendi bağımsız, toprak bütünlüğü olan ulusal devletini kurmasına olanak sağlayarak Müslümanları azınlık haline getiren ideolojik ve kültürel süreci tamamlamış oldu. Böylelikle Sırbistan, Romanya, Karadağ ve Bulgaristan (Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar resmen sultanın egemenliği altındaydılar), neredeyse bir gecede etnik ve tarihsel isimler altında bağımsız birer devlet oldular.

Yunanistan zaten (1830 yılında) bağımsızlığını kazanmıştı. Avusturya 1878 yılında, kısmen Sırpların Adriyatik’e açılma isteklerini engellemek için Bosna-Hersek’i işgal etti. Sonunda 1913 yılında Osmanlının Balkanlar’daki son önemli toprakları olan Makedonya ve Trakya, Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan tarafından işgal edilerek bölüşüldü. Bu yeni ulusların her birinde, iktidardaki hakim sınıfla pek ortak yanları olmayan büyük bir Müslüman nüfusu ya da başka halklar bulunuyordu.

Bu durum özellikle de 1913 yılından sonraki ilhaklar için geçerliydi. Örneğin, Makedonya’nın Sırbistan tarafından işgal edilen bölümlerinde Sırplar, tıpkı Bulgarların ve Yunanlıların ele geçirdikleri ülke topraklarının çoğunda olduğu gibi küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı. İşgal güçleri Müslümanları, etnik ve dinsel aidiyetlerini dikkate almaksızın göçe zorlayarak demografik dengeyi kendi lehlerine kurmaya çalıştılar.

Balkanlar’da “Türk” sözcüğü, “Müslüman’la eşanlamlıydı. Balkan Müslümanlarının çoğunluğunun etnik ya da dinsel açıdan Türk olmamasının, yeni “ulusal” devletlerin yöneticileri açısından hiçbir önemi yoktu; çünkü din, Balkanlar’daki ulusal özdeşleşmenin başlıca göstergesiydi. (Bu, bugün hala büyük ölçüde geçerlidir.) Aynı ölçütün, Bosna Slavlarını, İlirya Arnavutlarını ve Yunanları Müslüman oldukları taktirde “Türk” olarak kabul eden Osmanlı devletinde de ( ve daha sonra modern Türkiye’de) geçerli olması ilginçtir. Sınırların değişmesinin ve gönüllü ya da zorunlu göçlerin sonucunda Müslümanlar, Arnavutluk dışında 19. yüzyılda kurulan bütün Balkan devletlerinde azınlık durumuna geldiler.

Arnavutlar da 1912 yılında bağımsızlıklarını ilan ederek azınlık olmaktan kurtuldular. Balkan bölgesi aslında Berlin Antlaşması’nın getirdiği resmi ulus-devlet kavramına pek uygun değildi. Bölgedeki hiçbir ülke, gerçekten ulus olarak adlandırılabilecek kadar din, dinsel ve etnik bir türdeşliğe sahip değildi (belki 1858 yılında Romanya’yı oluşturmak üzere birleşen Eflak ve Boğdan dışında.) Aynı dili konuşan topluluklar, dini (örneğin, Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlar) ve az da olsa bölgesel farklılıklar veya farklı tarihsel deneyimler nedeniyle bölünmüşlerdi.

Sonuçta, her yeni devlet sahip olduğu devlet araçlarından yararlanarak, bir dili ulusal dil ilan ettiler ve standart bir “tarih” yorumun, “milli” bir edebiyatı ve çoğu kez toprak yayılmacılığını da içeren geleceğe yönelik hedeflere ilişkin özel bir görüşü yaymaya yönelik eğitim sistemini de kullanarak bir “ulus” yaratmaya giriştiler. Balkan devletlerinde, devletin ayakta kalmasının en büyük güvencesinin kültürel ve dini türdeşlik olduğu görüşüne inanıldı ve buna bağlı kalındı. Başka bir deyişle, “ulus”un “devlet” karşısında öncelikli olduğu varsayıldı; ulusal birliği ve dayanışmayı güçlendirmeyi amaçlayan her kanunun, azınlık haklarını dikkate almasa bile yasal ve yararlı bir kanun olduğu düşünüldü.

Balkanlar’daki komünist rejimler, bilhassa 1947 yılından itibaren, bir yandan halkların kardeşliği telkininde bulunurken diğer yandan bütün azınlıklara karşı asimilasyon politikalarını benimsediler ve ‘burjuva ulusalcılığını’ yani azınlıkları kendi kültürel miraslarını savunma çabalarını acımasızca yargılayıp cezalandırdılar. Çavuşesku gibi cahil ve megalomanın dik alası biri bile, diktatörlüğün ilk yıllarında, büyük ölçüde etnik gururu istismar ettiği ve vatanseverlik ve ulusalcılık adına yabancı düşmanlığını körüklediği için geniş bir destek sağlamıştı.

Bulgaristan’ın Jivkov’u gibi o da, türdeş ve yekpare bir ulusal devletin mimarı olarak tarihe geçmek istedi. Balkan idarelerinin gözünde Müslümanlar, birleşik ve türdeş bir ulus oluşturma çabası önündeki en büyük engeli oluşturuyor ve asimile olmayı reddettikleri için de devletin güvenliğini tehdit ediyorlardı. Sonuçta Müslümanlar, nüfusun güvenilmez yabancı bir öğesi olarak değerlendirildiler.

Oysa Balkan Müslümanları, devletlerine bağlı olmuşlar ve orduya hizmet de dahil olmak üzere bütün vatandaşlık görevlerini sadık bir biçimde yerine getirmişlerdi. Berlin Antlaşması, Osmanlı düzeninin temel taşı olan eşitlik kavramını ve dini cemaatlerin özerkliğini ortadan kaldırdı. Üniter bir ulus devlet kavramına yasallık kazandırdı. Çoğunluğu oluşturan topluluk iktidara geçti, büyüklükleri ve tarihleri göz ardı edilen diğer topluluklar ise iktidardakilerin iradesine tabi oldular. Berlin Antlaşması’na biçim verenler, yasal “azınlıklar” ı oluşturduktan sonra, özellikle başta Müslümanlar olmak üzere dini azınlıkların haklarını korumayı amaçlayan iki koşulu benimsediler.

1878 antlaşmasının taslak olarak hazırlandığı Berlin Kongresi’ne katılanların, seküler ulus devlet kavramına bağlı oldukları halde Balkan azınlıklarının yine de hala din bağlamında değerlendirdikleri burada vurgulanmalıdır. Bu nedenle antlaşma, bütün etnik azınlık topluluklarını, farklı etnik kimlikleri benimsemiş olan hükümetler tarafından “ulusal” hakları dikkate alınmaksızın 363 yönetilmeye mahkum ederek göz ardı etmiş oldu; örneğin Yunanlılar Bulgaristan da bırakılmış, Vlahlar, Sırp ve Yunan idaresi altına alınmıştı.

Yine de, antlaşma da dini özgürlük ve eşitlik, şu ifade ile sağlanmaya çalışılmıştı: “İnanç farklılıkları, kamu görevine alınma da, işlevlerin ve unvanların kabulünde, ya da herhangi bir yerde çeşitli mesleklerin ve görevlerin yerine getirilmesinde kimseye karşı yetkisiz kılma ve dışlama nedeni olarak kullanılamaz.” Ayrıca “( ülkenin adı veriliyor) halkı kadar yabancılar da bütün dinlere inanma ve açıkça ibadet etme özgülüğüne sahiptir ve çeşitli cemaatlerin hiyerarşik örgütlenmesine ya da din liderleriyle olan ilişkilerine hiçbir engel getirilemez” denilmekteydi.

Bu madde Bulgaristan ( mad.5), Karadağ ( mad.27), Sırbistan ( mad. 35 ) ve Romanya ( mad.44 ) ile ilgili bölümlerde de olduğu gibi korunmuştu. Bir ulus devletindeki azınlıkların hakları en azından üç grupta düşünülebilir. Birinci gruptaki haklarla, azınlıkların, hakim çoğunluğun idaresi altında sürdürülebilecek ayrımcılığa karşı korunması amaçlanır. Başka bir deyişle, koruyucu düzenlemeler çoğunluğun yararlandığı siyasal, dini, kültürel, eğitim ve yurttaşlık haklarından azınlıkların da yararlanmasını sağlama amacını güder.

İkinci gruptaki haklarla, azınlıklara bir dereceye kadar özerklik tanınması ve özel bir statü verilmesi hedeflenir. Buna mevcut siyasal yapılanmalarda ulusal bir varlık olarak kendilerini temsil etme hakkı da dahildir. Bu hakların tanınması bir azınlığın elbette ayrı bir etnik, dini ve kültürel bir topluluk olarak var olmasını sağlamakla birlikte, aynı zamanda onu nüfusun geri kalanından farklı da kılar.

Osmanlı devleti, kendi dini azınlıklarına karşı bütün dini cemaatleri birbirinden ayıran ve sonunda ulusal-üniter bir devletin bünyesine dahil olmalarını olanaksız kılan bu politikayı benimsemişti. Osmanlı devletinin, 1876-1878 parlamentosunda dini topluluklara bir çeşit siyasal temsiliyet olanağı tanıyarak türdeş bir siyasal birlik içinde kaynaştırma çabası başarısız olmuştu.

Çünkü bunun hem sultanın egemenliğini tehdit ettiği düşünülmüştü, hem de öneri Rusya’nın ve Avrupa’nın desteğini alamamıştı. Üçüncü gruptaki azınlık haklarıyla, bir azınlığın tehlike altındaki bir tür gibi davranmak ve çeşitli “olumlayıcı” önlemler yoluyla onu çoğunluğun ekonomik ve entelektüel düzeyine çekmek ve canlandırmaya çalışmak amaçlanır.

Berlin Antlaşması’nın, bağımsızlığını yeni kazanmış olan Balkan devletlerinin Müslüman tebaaya karşı ayrımcılık yapmasını engellemeyi amaçlayan ilk yaklaşımı benimsediği açıktır. Aslında Balkan Müslümanlarının Berlin Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden itibaren verdikleri mücadele, antlaşma yükümlülüklerini ihlal eden hakim çoğunluk tarafından maruz bırakıldıkları genel ayrımcılığı sona erdirmeyi amaçlamıştır.

Yazan: Kemal KARPAT -Wisconsin Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi Osmanlı Nüfusu (1830-1914). Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

6-7 Eylül Olayları veya İstanbul Pogromu

6-7 Eylül Olayları veya İstanbul Pogromu (Yunanca: Σεπτεμβριανά Septemvriana, "Eylül Olayları"), İstanbul'da yaşayan Rum azınl...